Sis Dağı’na kar yağar Kadırga’da çiseler”
“Sana bir teklifim var” dedi, kuzenimin oğlu Türker kulağıma eğilerek.
Bizi
izleyen kuzenim, “Ben, ne söyleyeceğini” biliyorum diyerek muzipçe güldü bıyık
altından.
“Allah, Allah… Nereden biliyorsun adamın
kafasından geçenleri? Nasıl, bu kadar emin olabiliyorsun kendinden?”
dedim.
Murat’ın gözleri, “Ben ne söylediğimi biliyorum”
diyen gururlu bir ifadenin keyfiyle kısılmış, yanakları ve gamzeleri hınzırlık
pozunda kıvrımlarla bezenmişti.
Ben de emeklilik
sonrası birkaç gün geçirmek niyetiyle geldim, deniz kenarındaki parkta çay
bahçesinde oturuyoruz. Havanın sıcağı ve nemi, şemsiyelerin, yeni boy
atmış ağaçların gölgesine, denizden esen serin rüzgâra rağmen yapış yapış
sarıyor insanı. Nefes almakta zorluk çekiyorum. Öte yandan, rahatsız edecek
kadar yoğun olmasa da, lağım kokuları doluyor burnuma. Tüm sahil kentlerinin
ortak kaderi olan arıtma tesisi eksikliği buralara da vurmuş damgasını.
Bana döndü;
“İstersen, ne diyeceğini kulağına söyleyeyim” dedi.
“ Hadi bakalım, söyle …” dedim.
“Sis Dağı’na gitmek istiyor, dürzü” diye
fısıldadı.
Doğrusu böyle bir teklifi beklemiyordum. Çünkü
Sis’e gitmek yıllardır gerçekleştiremediğim hayalimdi. İki gün önce
kaynımla Şalpazarı şenliklerine gitmiştik: Yağmur yağdığından yol bozuktu ve
Sis’e (Sis Dağı yerine, kısaca “Sis” denir buralarda) çıkamamıştık. Bu güzel
havada ayağımın dibine gelen fırsatı tepmenin anlamı yoktu. Kuzenimin gülüşüne
bakılırsa o da dünden razıydı.
Evimizin penceresinden görülür Sis Dağı.
Çocukluğumdan beri seyrederim uzaktan uzağa. Güneş oradaki tepenin gediğinden
doğar, günün ilk ışıkları altın sarısı mızraklar gibi serpilirdi karanlık
dünyamın üzerine. Yağmurun geldiğini oradan görür, “Sis’in başı karardı,
sergileri toplayın” denilince kurutulmak için serilmiş elma, armut, erik, mısır
şiltelerini görülmeye değer bir telaş içinde, çabucak toplardık.
Yolda yürüyorsak Sis’in tepesine çöreklenen kara
bulutlardan aldığımız uyarıyla, adımlarımızı sıklaştırıp gelmekte olan
sağanaklardan ıslanmamanın çaresine bakardık. Mevsimin ilk karı oraya yağar,
yüzümüzü tırmalayan ilk soğukları oradan esen rüzgârdan alınca; kışın son
hazırlıklarını tamamlamanın tasasına ve gayretine düşerdik. Her yer yeşilin
onlarca rengine bürünüp, arılar bal toplamaya, koyun kuzu melemeğe başladığında
Sis halen karla kaplı beyaz gelinliğini taşıyor olurdu. Ancak Temmuz sonlarına
doğru tekrar ortaya çıkardı gri tepeleri. Bu masalımsı dağı ve büyüsünü
yakından görmek, yaşamak umuduyla geçti gitti önce günler, aylar ve sonunda
yıllar.
Çocukluğumda duyduğum Kaf Dağı’na ilişkin
masallardaki yedi başlı ejderha, Zümrüdü Anka kuşu ve daha nice kahramanların
Sis’ in göremediğim arka yüzünde hüküm sürdüklerini düşlerdim. Sis, kendimi
bildim bileli tüm haşmeti ve görkemiyle gizemli, kutsal bir dağ; gördüğüm ve
bildiğim dünyanın uzandığı sıra sıra tepelerin en son noktası olarak durmuştur
ufkumda. Karadeniz aşılamaz, Sis erişilmez ve ulaşılamaz bir menzildi benim
için. Türküde söylendiği “Sis dağı yayla değil/ Manzaradır manzara” sözlerini
doğrularcasına, Sis dağına gitmeyi değil, uzaktan seyretmeyi yeğledim yıllar
yılı. Çünkü orası bizim erişemeyeceğimiz ve gidemeyeceğimiz bir efsane yerdi.
Babalarımız, analarımız gitmemişti; dedelerimizden bazıları şöyle bir
uğramıştılar, o kadar.
Ne zaman ki otomobil yaygınlaştı, Sis’e “yol
vuruldu” ve tatil, gezip görme diye yeni bir yaşamı tanıdık; Sis’in önemini,
değerini ve gidilebilirliğini de keşfetmiş olduk. Uzun yıllar boyu, Görele’ye
gelmem söz konusu olduğunda, Sis’e çıkma kararıyla dönerdim yola. Birçok kez
girişimde bulundumsa da her keresinde olmadık engeller nedeniyle ulaşamadım
Sis’in yamaçlarına. İşte oturup dururken güzel bir fırsat daha doğmuştu. Bu
önerinin üzerine atlamak gerekirdi.
“Hadi, söyle bakalım” dedim Türker’e.
“Sis dağına gidelim.”
İsteğinin onaylanacağından kuşkulu bir ifade
vardı yüzünde. Karadeniz’in durgunluğu sinmişti üzerine, olumlu bir yanıt aldığında
hemen coşacağı da biliydi.
Murat, “Ben demedim mi? Puştun derdini bilmez
olur muyum?” dedi, çokbilmişlik ve kurnazlık edasıyla övünerek.
“Sizce uygunsa, bence sakıncası yok, her
isteğinize uyarım” dedim.
Nem ve sıcak kucaklıyordu bedenleri ve ter
bezlerini harekete geçiriyordu toprağa düşemeyen bulanık renkli bulutlar.
Cebimdeki mendil paketini çıkarıp bir tane aldım
içinden. Alnımı, ensemi, bağrımı ve koltuk altlarımı kuruladım. Fakat ter
damlalarının kökünü kurutmak mümkün değildi elbette. Yağmur sonrasının sulak
toprağı gibi yeniden tere boyanıyordu vücudum. Parkın çıkışında bekliyor bulduk
Türker’i. Beklenmedik çabuklukta hareket etmiş, bizden önce gelmişti. Belli ki
çok istiyordu bu geziyi ve babası vazgeçmeden yolu tutmalıydı.
Hız limitlerini de aşarak sürüyordu Türker
otomobili. Birkaç kez uyardı babası. Kızdı, söylendi oğluna. Geri dönmek
korkusundan olsa gerek, hızını düşürdü oğul. Çavuşluyu ve Eynesil’i geçtik.
Karadeniz’in maviliğiyle yan yana kat ettik yılan eğrisi yolları. Yön
göstergesinin sağından sapıp Şalpazarı’na döndük yavaşça. Çocuklar gibi kıpır
kıpır ürpertiler dolaştı damarlarımda.
Otomobilin kliması düşük ayarda, kemençe
ustalarından birinin kasetinden dökülen kıvrak nameler lastik tekerlerin asfaltta
çıkardığı tek düze seslere karışıyor. Vadinin dibinde kıvrılan dere boyunca,
gölgelerle yarışarak, gittikçe serinleşen bir dünyaya doğru keyifle akıyoruz.
İlkel teleferik düzenekleri birbiri ardınca dizilmiş yol boyu. Bulutlara
kucaklaşmak üzere tepelerin doruklarına doğru, yemyeşil ağaçların kapladığı
ormanları aşağılarda bırakarak, sırat köprüsü gibi korkular salarak uzanıp
gidiyor çelik halatlar.
Rüya ile gerçek arasında salınıp duruyorum.
Beş, altı kilometre gitmiştik ki döndüğümüz virajın
düzlüğe çıktığı yerde jandarma çevirmesiyle burun buruna geldik. Kuzenim ve
oğlu hemen emniyet kemerlerine sarıldılar ama geç kalmışlardı. Öyle
konuşlanmışlardı ki Jandarmalar, toparlanacak fırsat kalmamıştı.
Arka koltuğa kurulmuş, çevirmeyi atlatıp dağa
ulaşacağımdan kuşkusuz, olup bitenleri keyifle izliyorum.
Jandarmanın sözlerine de aldırmıyor, soruların
bitmesini bekliyordum ki Murat’ın, “yok”, dediğini duydum.
Kan dolaşımım aniden beklenmedik ölçüde
arttı.
“Ne yok ?” diye sordum gayri ihtiyari.
“Arabanın ruhsatını soruyor” diyor ve bir yandan
da torpidonun gözünü karıştırıyor. Ne varsa olancasını elden geçirdi birkaç
kez.
“Yok, bulamıyorum, aceleden evde unutmuşum”
dedi, gülerek ve son derece rahat.
Nasıl bu kadar rahat olabildiğine şaşırmaktan
başkası gelmiyordu elimden.
“Ehliyeti göreyim” dedi jandarma.
Ceplerini karıştırdı, torpidoyu tekrar alt-üst
etti.
“Yok, ehliyeti almayı da unutmuşum” dedi
Türker.
Jandarmanın yüzüne doğru anlamasız bir ifadeyle
bakıyor, öylece bekleyip duruyordu.
Şaşırıp kaldım, dilim gerçekten boğazıma kaçtı.
Hep birlikte çıktık otomobilden. Sis’i unutmuş bu durumdan nasıl
kurtulacağımızın derdine düşmüştüm.
Kuzenime dönüp, “Senin ehliyetin bari yanındadır,
bu kez affetsin komutan, sen kullan da gidelim” diyebildim.
Kuzenim birkaç kez daha karıştırdı ceplerini,
torpidoyu alt üst etti, el çantasının içini dışına çıkardı, torpidoyu da tekrar
aradı; o da bulamadı ehliyetini.
“Aksiliğe bakın yahu, ben de oğlan kullanacak
diye almamışım” deyiverdi.
“Arabayı bağlamak zorundayım” dedi,
komutan.
O anda gölgelerin menevişi, yeşilin yaydığı
huzur, yılan gibi kıvrılıp akmanın coşkuları yok oldu. Vadinin dibine kadar
inen dağın kütlesinden onlarca kat büyük bir kütle hayal kırıklığı ve öfke
olarak oturdu yüreğime. Dağa çıkmanın hayal olduğu yetmiyormuş gibi bir
de çakılıp kalmak, günü, Görele ile Şalpazarı arasında mekik dokumakla geçirme
olasılığı kaldı elimizde. Dilimin bağı çözülmeli, gırtlağımdan ağzımın içine
girmeli ve düzenli, etkili sözcükler döktürmeliydi. Bütün hünerimi, duygularımı
ve deyim yerindeyse gerçekleri “duygu sömürüsüne” boğmalıydım.
“Elbette ki yasa her yerde geçer. Dağ başı,
şehir merkezi dinlemez. Siz görevinizi yapıyorsunuz, iyi ki de yapıyorsunuz. Bu
insanlar vatan hasretiyle bir tatlı telaş içinde düşüyorlar yollara. Öyle bir
hal alıyorlar ki; vatana kavuşmuş olmanın sarhoşluğuna kapılıp kendilerini bile
unutuyorlar. Kaç devletin sınırını geçerek binlerce kilometre kat etmişler.
Eksik evrakları olsa buralara kadar gelemez, ülkenin birinde rehin kalırlardı.
“ türünden onlarca gerekçe sıraladım.
Sözün kısası, öteden beriden dil döktük ve
komutanı ikna ettik, otomobili bağlanmaktan ve ceza yemekten kurtardık.
“Üstümüze gelmedi artık
komutan. “Tamam, gidebilirsiniz dağa ama dikkatli olun.” dedi.
Bir kez daha kös kös geriye dönmüştüm Sis Dağı rüyasını tamamlayamadan.Murat Mehmet UĞURLU